Yayınlanma Tarihi: 16/02/2021 |15,8 min read |

Kadın oyuncu adayları için tiratlar

Tüm oyuncu seçmelerinde muhakkak istenen bir kriterdir tiratlar. Klasik metinlerden seçilebildiği gibi, antik metinlerden ya da günümüz çağdaş metinlerinden de tirat örnekleri bulup seçmek mümkün.

Peki tirat nedir? Bir karakterin oyun içindeki uzun konuşmalarına tirat (monolog) adını veriyoruz. Aslında bunu bir çeşit oyunsal maratona benzetmek de mümkün. Birkaç dakika boyunca pek çok düşünceyi, konuşmayı, anı seyirciye tek başınıza oynadığınız bir çeşit maraton. Tiratlardan oyuncu adayına dair neleri görmek mümkün oluyor derseniz… Oyuna dair, karaktere dair pek çok detay barındırıyor bu tek kişilik parçalar. Dolayısıyla hazırlayan oyuncuya dair her şeyi vermese de pek çok şeyi görebilmeyi sağlıyor. Bedensel hakimiyeti, oyuna hakimiyeti görebilmeyi sağlıyor. Bu nedenle ister konservatuvar hazırlık sınavları için olsun ister oyuncu seçmeleri için tirat seçerken oynamaktan çekinmeyeceğiniz, kendinize yakın hissettiğiniz bir parça tercih etmenizde fayda var.

Diğer aşamada ise parçasını seçmiş olduğunuz metnin tamamını birden fazla defa okumanız önemli. Karakteri, mümkün olduğunca metnin bütününden yardım alarak analiz etmeye çalışabilirsiniz. Ayrıca oynadığınız parçadaki fikir ve düşünce değişimlerini tespit etmeniz tiradınızı yaşayan bir oyun haline getireceğinden sizi bir adım öne taşıyacaktır.

İşte popüler kadın oyuncuların seçebileceği tiratlarından bazıları…

(Erkek adayları için popüler tiratlar yazımıza da buradan bakabilirsiniz.)

1- Macbeth – William Shakespeare 

Lady Macbeth: Çık elimden, korkunç leke çık diyorum sana! Bu bir… Bu iki… Tamam: Haydi şimdi. Cehennem ne karanlıkmış! Yazık, koca kralım benim. Yazıklar olsun! Bir asker korkar mı hiç? Ne diye korkuyorsun bilinmesinden? Kimin haddine bizden hesap sormak?

Bir ihtiyardan bu kadar kan akacağı kimin aklına gelirdi? Fife beyinin bir karısı vardı, ne oldu? Nedir bu? Hep kirli mi kalacak bu eller? Yeter artık, haşmetlim, yeter! Her şeyi bozuyorsun bu korkularla. Kan kokuyor hala şurası: Arabistan’ın bütün kokuları temizleyemeyecek şu ufacık eli! Of, yeter artık! Yeter! Ellerini yıka; gecelik hırkanı giy; sapsarı kesilme böyle! Banquo gömüldü diyorum sana: Mezarından çıkamaz Banquo.

Git yat, git yat; kapı vuruluyor. Haydi, haydi, haydi, ver elini bana. Olan oldu, değişmez artık. Gel yat artık, gel yat.

2- Antigone – Sofokles

Antigone: Gömütüm, gelin odam, zindanım.. En yakınlarıma kavuşmaya gidiyorum.

Hepsini, hepsini yer altına çekmiş Persefone. Ailenin sonuncusu, en talihsizi ben de

gençliğime doymadan gidiyorum. Tek avuntum bu gelişim belki kıvandırır babamı, anama hoş gelir, kardeşlerimi sevindirir. Çünkü öldünüz, sizleri ben yıkadım yudum, sardım kefene, gömütlerinizin üstüne ben döktüm akıcı adakları elimle. En son da senin cenazeni

kaldırdığım için, Polüneikes, böyle bir ödüle layık görüldüm. Ama namuslu kişiler bu davranışımı anlar. Bunu bana yaptıran töre neydi? Kocası ölen kadın yeniden evlenebilir, ilk çocuğu ölmüşse başka çocuklar edinebilir. Ama anam babam çoktan gömülmüşse bana ikinci bir kardeşi kim verebilir? Kardeş azizdir. İşte ben bu yasayı gözettiğim için, sevgili kardeşim Kreon beni suçlu saydı. İşte götürüyorlar, evlenmedim, ana olmadım, dostum yok, gidiyorum diri diri karanlık gömütüme. Hangi kutsal yasayı çiğnemişim ben? Hangi Tanrıya yalvarayım şimdi? Doğru bildiğimden şaşmadığım için dinsize çıkardılar adımı. Tanrıların buyruğuysa bu başıma gelenler, anlarım suçluluğumu can verince. Ama suçlu beni yargılayanlarsa, dilerim benim başıma gelen felaketlerden daha büyüğü gelmesin onların başına!

3- Hamlet – William Shakespeare

Ophelia: Nasıl ayırdederim bir bakışta seveni sevmeyenden? Külahından, tozlu çarıklarından, elindeki değnekten. Öldü, güzel sultanım çoktan öldü. Öldü, gömüldü bile. Başında yemyeşil otlar büyüdü, taşı dikildi bile. Ne olur dinleyin! Ak kefenler giyindi kardan beyaz, sarıldı çiçeklere. Arar arar sevdiğini bulamaz, ağlayanlar içinde. Fırıncının kızı baykuş olmuş diyorlar. Allah korusun. İnsan ne olduğunu bilir ama ne olacağını bilemez. Tanrı bereketini eksik etmesin sofranızdan. Kendiniz hiçbir söz söylemeyin sakın bunun üstüne ama ne demek olduğunu soran olursa şöyle dersiniz: Yarın bayram, Saint Valentine bayramı. Erken uyanır herkes. Ben bir kızım, gelirim pencerene, Eşim ol derim sana. Delikanlı kalktı, hemen giyindi, Açtı kıza kapısını. Kız girdi içeri, kız girdi ama, Kız çıkmadı dışarı. Ayıp, ne ayıp şey bu! Fırsat bulan her genç yapıyor bunu yüzü kızarmaksızın. Kız dedi: Bu işi yapmazdan önce evleniriz demiştin? Delikanlı şöyle karşılık verdi: Evlenirdim sabah sabah gelip de koynuma girmeseydin. Elbet bir gün düzelir her şey. İnsan sabırlı olmalı; evet ama ağlamamak elimde değil düşündükçe soğuk topraklara gömüldüğünü. Geceniz hayrolsun, bayanlar, iyi geceler, güzel bayanlar, iyi geceler, iyi geceler!

Hamlet.

4- Martı – Anton Çehov

Nina: Neden bastığım toprakları öptüğünü söyledin bana? Beni öldürmek gerek. (Masaya eğilir.) Öyle yorgunum ki! Dinlenebilsem, birazcık dinlenebilsem!.. (Başını kaldırır.) Bir martıyım ben… Yok, değil. Aktrisim. Ah, evet! (Arkadina ve Trigorin’in gülüşmelerini duyarak kulak kabartır. Sonra soldaki kapıya doğru koşarak anahtar deliğinden bakar.) O da burada demek!.. (Treplev’e dönerek.) Eh, iyi… Ne yapalım… Evet… Tiyatroya inanmıyor, hayallerimle alay ediyordu… Böylece ben de inancımı yitirdim yavaş yavaş, hevesim kalmadı… Sonra aşkın getirdiği sorunlar, kıskançlıklar, yavrum için duyduğum sürekli korku… Ufaldım, zavallılaştım, boş bir kalıp gibi oynamaya başladı sahnede… Ellerimi nereye koyacağımı bilemiyor, ayakta düzgün durmayı beceremiyor, sesimi denetleyemiyordum… İnsanın çok berbat oynadığını hissetmesi ne korkunç şeydir bilemezsiniz! Bir martıyım ben. Yok, değil. Anımsıyor musunuz, bir martı vurmuştunuz. Günün birinde bir adam geliyor, görüyor onu ve yapacak başka bir işi olmadığından kıyıyor ona… Küçük bir hikaye konusu… Yok, bu da değildi söylemek istediğim… (Alnını ovuşturur.) Ne diyordum?.. Sahneden söz ediyordum, evet. Şimdi öyle değilim artık… Şimdi gerçek bir aktrisim, zevk duyarak, coşkuyla oynuyorum; kendimden geçiyorum sahnede ve çok güzel olduğumu hissediyorum… Burada olduğum şu günlerde de yürüyorum hep, yürüyor ve düşünüyorum… İçimdeki bir gücün gelişip büyüdüğünü hissediyorum gitgide… Kostya, yazmışız ya da sahnede oynamışız, fark etmez, anlıyorum ki bizim bu işlerde başta gelen şey parıltı, şöhret filan gibi benim hayal ettiğim o şeyler değil, sabredebilme yeteneğidir… Kaderine katlanmasını bil ve inançlı ol… İnanıyorum ben ve o kadar çok acı çekmiyorum şimdi… Bir görevim, bir amacım olduğunu düşündüğümde, hayattan korkmuyorum…. (Kulak kabartarak.) Şşş… Şimdi gidiyorum ben. Hoşça kalın.

5- Ölüm ve Kız – Ariel Dorfman

Paulina: Sonunda beni salıverdikleri vakit… Nereye gittim dersin? Eve anama babama gidemezdim, öylesine askerlerden yanaydılar ki, uzun süre, annemi yalnızca bir tek defa görmüştüm…. Ne garip değil mi, bütün bunları günah çıkarırcasına sana anlatıyorum, oysa ne Gerardo’ya, ne kız kardeşime, ne de, kesinlikle, anneme anlatmadığım çok şey var. Kafamdan geçenleri bilseydi, yüreğine inerdi. Oysa sana, neler hissettiğimi, beni saldıkları vakit neler hissetmiş olduğumu, pek güzel anlatabiliyorum. O gece… her neyse, ne durumda olduğumu sana söylememe gerek yok, salıverilmeden önce sen beni bir güzel muayene etmiştin, değil mi? Burada sıcacık bir yuvada gibiyiz değil mi, böylece, ikimiz? Tıpkı güneşin altında, bir bankta oturmuş iki yaşlı emekli gibi.

(Roberto bir şey söylemek ya da kendini iplerden kurtarmak istercesine bir hareket yapar)

Aç mısın? İşler o kadar da kötü değil. Gerardo gelene kadar sabret biraz. (Erkek sesini taklit ederek.) “Aç mısın? Yemek mi istiyorsun? Şimdi sana yiyecek veririm yavru, hem de seni öylesine doldururum ki açlığını bile unutturursun.” (Kendi sesiyle.) Hiçbirinizin Gerardo’dan haberi yoktu, değil mi? Onun adını hiç ağzıma almadım. Senin meslektaşların tabii bana sorarlardı. “Sende bu varken, ah yavru, seni becerecek kimse yoktu deme bana, ha? Haydi söyle bakalım bayan, seni kim beceriyordu, söyle.” Ama ben onlara Gerardo’nun adını asla vermedim. Şu işe bak, çarklar nasıl da garip dönüyor. Oysa Gerardo’nun adı ağzımdan kaçsaydı, o komisyona seçilmezdi de, hukukçunun birinin soruşturacağı adlardan olurdu. Üstelik bende o komisyona çıkıp Gerardo ile nasıl tanıştığımı anlatırdım -aslında ben onunla askeri darbeden hemen sonra, kaçmak isteyenlerin yabancı elçiliklere sığınmasına yardım ederken tanışmıştım; ölmesinler diye insanları yurt dışına kaçırırken. Çılgındım, korkusuzdum, her şeye hazırdım, o sırada içimde en ufak bir korku izi bile olmadığına hala şaşıyorum. Nerede kalmıştım? A, evet salıverildiğim gece, ben de Gerardo’nun evine gittim, kapıyı vurdum, uzun, sakin vuruşlar… Bir daha, bir daha, tıpkı senin dün yaptığın gibi, sonunda Gerardo kapıyı açtığı vakit, şaşkındı, saçları karmaşıktı.

6- Kadın Oyunları – Dario Fo

Ulrike: Bundan sonra dört yıl boyunca modern bir devletin, modern bir cezaevine kapatıldım. Suç? Özel mülkiyete ve onun korunması için yaptırılan yasalara ve sonuçta her şeyin mülkiyet hakkını sınırsızca genişleterek, patron haklarının gerçekleştirilmesine karşı saldırıda bulunmak. Her şeyin: Beynimizin, düşüncelerimizin, sözcüklerimizin, tavırlarımızın, duygularımızın, işlerimiz ve aşklarımızın, kısacası tüm yaşamımızın.

Hukuk Devletinin patronları, bu nedenle beni yok etmeye karar verdiniz. Kutsal yasalarınıza boyun eğildiği sürece yasalarınız herkes için eşittir. Kadının özgürlük ve eşitliğini en üst düzeylere eriştirdiniz; gerçekten bir kadın olarak beni bir erkek gibi cezalandırdınız. Size teşekkür ederim. Beni cezaevinden daha berbat bir yere koyarak ödüllendirdiniz. Morgdan da soğuk ve aseptik bir yerde ve “duyu organlarımdan yoksun bırakarak” bana işkencelerin en büyüğünü uyguladınız. Deyim yerindeyse, yani, beni sessiz bir hücreye gömmüş oldunuz. Beyaz bir sessizlik, beyaz bir hücre, beyaz duvarlar, beyaz döşemeler, kapının sır işlemesi bile beyaz, masa, sandalye ve yatak, tuvaletten bahsetmek yersiz zaten. Neon lambası beyaz, hep yanık duruyor; gece gündüz. Gece hangisi, gündüz hangisi peki? Nasıl bilebilirim? Pencerenin arasından sürekli olarak beyaz bir ışık sızıyor. Sahte bir ışık, pencere gibi sahte, beni beyaza boyayarak buraya kapattığınız gibi sahte. Sessizlik. Dışarının sessizliği, ne bir ses, ne bir gürültü, ne bir insan sesi. Ne koridordan geçip giden işitiliyor, ne de açılıp kapanan kapılar. Hiçbir şey!

Tümü sessiz ve beyaz. Beynimin içi sessiz ve tavan gibi beyaz. Sesim beyaz çıkacak, konuşmayı denersem. Beyaz tükürüğüm ağzımın kenarında bir burukluk bırakıyor. Gözlerimin içi, midem, boş atan damarım sessiz ve beyaz. Kimse tek bir çığlığımı, iniltimi duymayacak… Bu temiz ulusun mutlu insanlarını huzurlu uykularında rahatsız etmemek için her şey sessizlik içinde gayet tedbirli olacak… Emir verin.

7- Medea – Euripides

Medea: Ey Zeus, ey Zeus’un adaleti olan güneşin ışığı! Şimdi dost ve düşmanlarımıza karşı kazanacağımız zafer güzel bir zafer olacak. Düşmanlarımın şimdi tam olarak cezalarını göreceklerini umut ediyorum. Şimdi sana bütün düşüncelerimi ve tasarılarımı anlatacağım: Hizmetçilerden birini, yanıma gelmesi için Iason’a göndereceğim. Gelince de ona tatlı sözler söyleyeceğim. Arzularının benim de arzularım olduğunu, bize ihanet ederek kralın kızı ile evlenmesini takdir ettiğimi, bunun çok yararlı bir karar olduğunu anlatacağım. Ama çocuklarımın bu kentte kalmasını isteyeceğim ondan. Bunu, düşman bir kentte oğullarım düşmanca hakaretlere uğrasın diye değil, kral’ın kızını öldürmek için istiyorum. Oğullarımı, ellerinde armağanlarla, yeni geline sürgünden affedilmeleri dileğiyle göndereceğim; armağan olarak ince bir tül elbise ve usta elden çıkmış altın taç göndereceğim. Elbiseyi giyer giymez hemen geberecek, onu kurtarmak için ona dokunan da genç gelinle ölecek; bu armağanlara sürdüğüm zehir işte böyle kuvvetli bir zehir olacak. Ama bundan sonra söyleyeceklerim benim için çok üzücü… Çünkü çocuklarımı öldüreceğim. Hiç kimse kurtaramaz onları. Iason’un bütün evini yıktıktan sonra, çok sevgili çocuklarımın katili olacak ben, bu nefret edilecek cinayet sırtımda bu kentten çekip gideceğim. Düşmanlarımın maskarası olmak! Hayır, buna tahammül edemem dostlarım!

Onları öldürmekten vazgeçsem ne olacak! Hayatları neye yarayacak? Benim ne yurdum, ne evim, ne de felâketlerde sığınacak yerim var. Tanrıların yardımıyla yaptıklarının cezasını görecek olan bir Yunanlının sözüne güvenerek baba evini terk ettiğim gün büyük günah işledim. O, benden olan çocuklarını bir daha canlı göremeyecek, genç eşi de başka bir çocuk vermeyecek ona. Çünkü o alçak kadın, zehrimle acılar içinde ölecek. Kimse beni zayıf ve aciz biri sanmasın. Bunun tam tersi bir insanım; iyiliksever dostlarıma iyilik yapmada ne kadar öndeysem, düşmanlarıma da kötülük yapmada o kadar önde biriyim ben.

8- Venedik Taciri – William Shakespeare 

Eğer iyi olanı yapmak bilmek kadar kolay olsaydı, küçük kiliseler katedrallere, yoksulların kulübeleri de kral saraylarına dönerdi. Kendi nasihatlerini dinleyen kişi ancak bir rahip olabilir. Yirmi kişiye birden ne yapması gerektiğini öğretebilirim ama o yirmi kişiden biri olmaya gelince iş değişir. Beynimiz duygularımızı dizginleyecek yasalar koyabilir, ama ateşli tutkular soğuk kuralların üstünden atlayıp geçer: Gençlik denilen çılgınlık öyle bir tavşandır ki kötürüm olan doğru bir öğüdün ağlarının üstünden atlayıverir. Her neyse, böyle akıl yürütmemin koca seçmeme yardımcı olacağını sanmam. Öff, şu “seçme” işi yok mu! İstediğimi seçmek de hoşlanmadığımı reddetmek de elimde değil ki! İşte yaşayan bir kızın iradesi, ölmüş bir babanın istek ve vasiyetiyle kıskıvrak bağlanmış. Ne zor değil mi, ne seçmek elimde ne de reddetmek. Hadi, sen sırayla adlarını say, ben de ne hissettiğimi söyleyeyim, sen de buna göre, eğilimimin derecelerini çıkarırsın.

Napolili prens, hah, işte sana zekasız, donuk, dik kafalı bir genç. Atlardan başka bir konusu yok. Marifetmiş gibi atlarını kendi nalladığı için övünüp duruyor. Korkarım anası bir nalbantla işi pişirmiş. Bir de şu hükümdar yetkisine sahip saraylı kont var, onun da somurtmaktan başka bir şey bildiği yok. Sanki “beni ister kabul et, ister etme” der gibi bir ifadesi var. En komik fıkraya bile gülmüyor; gençliğinde bu kadar görgüsüz ve uygunsuz kederler içinde olursa, korkarım yaşlanınca ağlayan filozofa dönüşebilir. Bunlardan biriyle evleneceğime ağzında kemik tutan bir kurukafayla evlenirim daha iyi. İkisinden de beni Tanrı korusun!

Şu Fransız soylu Mösyö Le Bon, Tanrı yarattığına göre, onu erkekten sayabiliriz. Doğrusu, alay etmenin günah olduğunu biliyorum, ama bu öylesi değil. Napolili prensten daha iyi bir atı var, konttan da daha iyi surat asmasını biliyor. Adam hiç kimsenin içinde herkes. Ardıç kuşu ötse, kalkıp oynamaya başlar. Kendi gölgesiyle kılıç tokuşturur bu. Onunla evlenmeye kalksam, yirmi kocayla evlenmiş olurum. Benden nefret etse onu bağışlayabilirim ama bana çılgınca tutulursa ona asla karşılık veremem.

Evet, İngiliz Baron Falconbridge, onunla hiçbir şey konuşamıyorum. Ne o beni anlıyor ne ben onu. Ne Latince, ne Fransızca ne de İtalyanca biliyor. Benim üç kuruşluk İngilizcem için de mahkemede yemin etsen başın ağrımaz. Yakışıklı bir adam, ama sözsüz bir oyun gösterisinde kim konuşabilir ki? Giyinişi de bir acayip. Bence cepkeni İtalya’dan, dizliği Fransa’dan, şapkası da Almanya’dan… Davranışını da her bir yandan almış.

Şu genç Alman, Saksonya dükünün yeğenine gelirsek… Sabahları ayıkken bayağı, akşamüstü sarhoşken bayağının bayağısı. En iyi haliyle insanın biraz daha altında, en kötü haliyle hayvanın biraz daha üstünde. Başa gelecek belaların en kötüsü. Umarım, bir yolunu bulup ondan kurtulurum. Bu yüzden ne olur nolmaz diye yanlış sandığın üstüne bir bardak dolusu Ren şarabı koyalım; içinde şeytan olduğunu bilse bile yine de dayanamaz o kutuyu seçer. Bunların içlerinde yokluğuna düşkün olabileceğim tek kişi bile yok. Tanrı hepsinin yollarını açık etsin!

 

Paylaş!