Erkek oyuncu adayları için tirat alternatifleri
Seçmelerin ve sınavların vazgeçilmezi tiratlar, oyuncuların kendilerini gösterebilecekleri en önemli seçimlerden biri. Doğru tirat seçimi ve iyi bir hazırlık hayallerin kapılarını aralayabilir. Doğru tirat seçimi için de bolca araştırma yapmak ve tirat okumak şart. İşte erkek oyuncu adayları için derlediğimiz Antik Yunan’dan çağdaş tiyatroya kadar alternatif erkek tirat örnekleri…
Etkili bir tiradın oyuncu seçmelerinde oyuncuyu avantajlı bir konuma taşıyacağını bilmeyen yoktur. Ancak pek çok oyuncu başkasına göre “etkili” olan tiratlarla hazırlandığı sınavlarda bekledikleri sonuçları alamıyor. Konservatuvar hazırlık sürecinde ya da oyuncu seçmelerinde seçtiğiniz tiradın size uygun olması ilk önceliğiniz olmalı. Buradaki uygunluktan kasıt yalnızca oyunculuk da alakalı değil, tamamen sizin donanımınızla ilgili bir durum. Örneğin; oynayacağınız karakterin gerektirdiği çeviklik ve fiziksel özelliklere sahip değilseniz böyle bir risk almanız sizin için tehlikeli olur. Ya da şarkı söyleyemiyorsanız ve şarkı söylemekten de hoşlanmıyorsanız içerisinde şarkı bulunan bir tiradı seçmek size yardımcı olmaz. Önemli olan zoru oynamak değil yapabildiğinizi en iyi şekilde oynamaktır.
Yalnızca bu da değil, seçtiğiniz tiradı sevmenizin de oldukça önemli olduğunu unutmamanız gerekiyor. Oynayacağınız karakterle kurduğunuz bağ, aranızdaki uyum ve onu iyi anlamanız o tiradı daha etkili oynamanızı sağlar. Oyunu ve tiradı anlamak, karakteri iyi analiz etmek, parlatabileceğiniz bölümleri parlatmak ve kendinize güven duyarak oynamaktan keyif almak bir tirat hazırlığında yapmanız gereken en önemli şeyler…
İşte erkek oyuncu adayları için alternatif tirat önerileri:
Antigone – Sophokles (Çeviren: Güngör Dilmen)
KREON: Yurttaşlarım bu zorlu fırtınada devlet gemisi epeyce bocaladı ya tanrılar ulaştırdı çok şükür sonunda esenliğe. Sizleri buraya özel olarak çağırdım, sizler ki en güvendiğim dayanaklarısınız devletin. Laios’un soyuna bağlılığınızı bilirim. Oidipus bu ülkeyi kargaşadan kurtarıp düzene koyduğu günlerde onun arkasındaydınız sağlamca. Bu mutsuz hakanın ölümünden sonra da onun çocuklarına bağlılıkta kusur etmediniz. Şu gün iki kardeş öldüler ya birbirinin katili tek varis olarak bana geçmiş bulunuyor: Taht, taç, hakanlık yetkileri. Devlet yönetimiyle yoğrulmadıkça kişi ölçülmez karakteri, zekası, gerçek düşünceleri.
Devlet adamı halkın esenliğinden öte kaygılara kaptırırsa kendini ve sonuçlardan çekinip omuzlarına yüklemezse sorumu susup kalırsa korkudan, derim ki ben -ve her zaman da demişimdir bunu- aşağının aşağısıdır o. Her kim yakınlarını üstün tutarsa yurt sevgisinden onu adam yerine koymam, çünkü ben -gözünden bir şey kaçmayan Zeus tanığım olsun- devlet tehlikedeyken susamam, yurt düşmanları da kendime dost saymam. Şunu usumuzdan çıkarmayalım: Varlığımız bu devletin gölgesinde. Bu gemi ki ancak kazasız belasız geleceğe doğru yol aldığı sürece dostluğun kardeşliğin anlamı var bizce. Devleti bu kurallarla yüceltirim ben.
Şimdi Oidipus’un oğulları ile ilgili yayınladığım buyrultuya değineceğim: Yurdu için yiğitçe dövüşerek can veren Eteokles törenle gömülecek, öte dünyaya giden ölülere gösterilen tüm saygı, son görevler eksiksiz uygulanacak cenaze töreninde. Kardeşi olacak haine gelince, sürgünden dönerek anayurdunu ataların tapınaklarını ateşe salmak, ulusu köle etmek isteyen Polüneikes’in şu ya da bu biçimde törenle gömülmesi, ona yas tutmak yasak! Böyle biline. Açıkta ortalıkta kalan leşi akbabalara köpeklere şölendir, yesinler didiklesinler. Nasıl bir adam olduğumu görün öğrenin işte. Şerefli bir yurttaşla bir haini asla bir tutmam. Yalnız yurda hizmet etmiş yurttaşlar sağ olsunlar ölü olsunlar bizden sevgi saygı görürler.
Othello – William Shakespeare (Çeviren: Özdemir Nutku)
IAGO: Şimdi kalkıp da kötülük ettiğimi söylesinler bakalım bana. Kurnazlıktan uzak, basbayağı akla yatan bir öğüt verdim ona. Mağripli’nin gönlünü almak için de tek çıkar yol bu değil mi? Böyle masum bir istekle gidildi mi Desdemona’yı kazanmak çok daha kestirme. O herkesin olan hava, su, ateş ve toprak kadar verimli ve cömert bir doğaya sahiptir. Mağripli’ye her istediğini yaptırabilir, bu uğurda ona dinini bile inkar ettirebilir. Othello’nun ruhu zincirlidir Desdemona’nın aşkına, Desdemona bir tanrıça gibi. Onun zayıflayan iradesini yapıp bozabilir, onu yoğurup dilediği biçime sokabilir. Neden kötü oluyorum öyleyse? İşi sokmadım mı Cassio’nun çıkarına uygun bir yola?
Cehennemin dini imanı işte böyle! En kara günahları işletecekleri zaman şeytanlar bunu önce sevap diye yutturmaya kalkarlar; tıpkı benim yaptığım gibi. Bu saf alık şimdi kalkıp Desdemona’ya gidecek, kendisi için ısrarla ondan Mağripli’ye yalvarmasını isteyecek. Ben de o sırada Mağripli’nin kulağına zehrimi akıtırım: Karısının Cassio’ya cinsel bir çekim duyduğunu, Cassio’ya yaranmak için böyle yalvardığını anlatırım. Böylece karısının erdemlerine olan inancını Mağripli’nin gözünden silerim. Desdemona’nın o kar beyaz namusunu katran kuyusuna çeviririm. Desdemona’nın yufka yüreğinden öyle bir ağ öreceğim ki, teker teker yakalanacak hepsi…
Kral Lear – William Shakespeare (Çeviren: İrfan Şahinbaş)
EDMUND: Ey tabiat! Benim tanrım sensin! Ben senin kanunlarına kul köleyim. Kardeşimden on, on beş ay sonra dünyaya geldim diye niçin o baş belası göreneklerin zulmüne uğrayayım? Toplumların o titizliği beni niçin haklarımdan mahrum bıraksın? Piçmişim, alçağın, sefilin biriymişim, neden? Benim de namuslu, şerefli bir kadının evladı kadar hatlarım düzgün, ruhum asil değil mi? Bedenim babamın kalıbını taşımıyor mu? Öyleyse niçin piçlik, alçaklık damgası vuruluyor bize? Biz tabiatın gizli şehvet anlarında vücut bulurken, evliliğin soğuk, yavan ve bıkkın döşeğinde, uyku ile uyanıklık arasında vücut bulan o ahmaklar sürüsünden daha özlü, daha dinç, daha ateşli unsurlarla yoğrulmadık mı? Ee… Meşru kardeşim Edgar, mirasın benim olacak! Babamız, piç Edmund’u meşru oğlu Edgar kadar seviyor. “Meşru oğlu!” Ne de güzel söz!… Hele şu mektup istediğim tesiri yapsın, hele yalanım muvaffak olsun, piç Edmund meşru Edgar’ı nasıl alt edermiş, o zaman görürüz. Büyüyorum artık… Yükseliyorum. Hadi tanrılar, koruyun piçleri!
Cyrano De Bergerac – Edmond Rostand (Çeviren: Sabri Esat Siyavuşgil)
CYRANO: Bu kadarı az delikanlı! Asıl iş edada. Mesela bak, hoyratça, “Burnum böyle olsaydı mösyö, mutlak dibinden kestirirdim!” Dostça, “ Yana yatmaz mı? Senden önce davranıp kadehe batmaz mı?” Tarifle, “Burun değil bir kere, coğrafyada böylesine dağ denir, dağ değil, yarımada!” Mütecessis, “Acaba ne işe yarar bu alet? Makas kutusu mudur, divit midir, izah et?” Zarifhane, “kuşları sevdiğiniz besbelli! Yorulmasın diye yavrucaklar, temelli Tünek kurmuşsunuz!” Pürneşe, “Birader şu koskocaman burunla tütün içince, komşu yangın var demiyor mu?” Müdebbir; “Aman yavrum! Bu ağırlıkla yere düşmenden korkuyorum!” Müşfik, “Yaptırın ona küçük bir şemsiye, yazın fazla güneşten rengi solmasın diye!” Alimane, “Görmüşüm Aristophanes’de belki Hippocampelephantocamelos adındaki hayvanın burnu gayet büyükmüş! Sen ne dersin?” Nobran, “Zaten bilirim, sen misafir seversin; Bu şapka asmak için mükemmel icat!” Şairane, “Ey burun, bütün cihana inat, seni baştan aşağı nezle etmeye kadir tek rüzgar bulunamaz, karayel müstesnadır!” Hazin, “Bir de kanarsa, Kızıldeniz! Ne bela! Hayran, “Lavantacıya ne mükemmel tabela!” Lirik, “Bu Tanrıların bindiği bir gemidir!” Safiyane, “Abide ne günleri gezilir?”” Hürmetkarane, “Mösyö, kibarsınız muhakkak, yoksa var mı cumba sahibi olmak!” Köylü, “Vış anam! Bu ne? Bilmem guş muh, balık mıh? Yoğusa tohuma kaçmış bir salatalıh mı?” Sivri akıllı, “Bunu tombalaya koymalı! Kim elinden kaçırmak ister böyle bir malı?” Ve hıçkıra hıçkıra nihayet, Pyrame gibi, “Bu ne felaket! Bu ne musibettir yarabbi! Böyle berbat edip de yüzünü sahibinin, Şimdi de utancından kızarıyor, bak hain!” Olsaydı biraz nükte, biraz malumatınız, İşte karşıma geçer bunları sayardınız. Fakat sizde nükteden eser yok zerre kadar. Neyleyeyim cenabı hak ihsan buyurmamışlar! Zaten bir parça icat kudreti olsa bile böyle seçkin, muhterem huzzar önünde hele, bana bu şakaları yapmazdınız elbet. Ağzınızdan çıkmaya daha olmadan kısmet bunlardan bir tekinin en ufak başlangıcı, karşınıza Bergerac’ın kılıcı! Ben bunları söylerim, oldukça belagatla! Başkasından dinlemem fakat tekini bile.
Öfke – John Osborne (Çeviren: Kemal Konuşmaz)
JIMMY : O ihtiyar piç, Edward dönemi ormanlarından arta kalan o eski ot, eski kayınpederim, beni az daha arabasıyla çiğniyordu! Öldürebilseydi gerçekten çok anlamlı bir şey olurdu bu. Arabanın yan koltuğunda da karımın oturması çok hoş, çok uygun. Baba kız gittiler arabayla. İyi yolculuklar! Herkese ne oluyor böyle? (Helena’ya yaklaşır) Cliff’le burun buruna geldik, görmezden geldi beni. Bir sen misin burada kalmaktan korkmayan? (Helen Alison’un mektubunu ona uzatır. Jimmy alır zarfı yırtıp açar. Birkaç satır okur, gözlerine inanamaz) Sen mi yazdın bunu: “Sevgilim! Gitmem gerek. Anlayacağını sanmıyorum ama bir dene ne olur. Umutsuzluk içindeyim. Huzura öyle ihtiyacım var ki… Şu anda her şeyi feda edebilirim bunun için. Ne olacağını bilmiyorum. Yalnız mutsuz ve öfkeli olacağını biliyorum senin. Ama bana karşı biraz sabırlı olmaya çalış. Her zaman derin, sevgi dolu bir hasret duyacağım sana. Alison!” Oh, nasıl da böyle rezilce vıcık duygusal olabiliyor!” “Derin, sevgi dolu hasret!” Midem! Çürümüş piç! Nefret ediyorum senin pervasızlıklarından. Çekip gidiyorum, cehenneme kadar yolun var senin de! Diyemiyor. Yok, ille de kibar, duygulu bir saçmalıkla görecek işini.
Woyzeck – George Buchner (Çeviren: Hasan Kuruyazıcı)
WOYZECK: Canınız cehenneme, ne istiyorsunuz? Size de ne oluyor? Yol açın, karışmam yoksa … Canınız cehenneme! Birini mi öldürdüm sanıyorsunuz? Katil miyim ben? Ne bakıp duruyorsunuz? Kendinize bakın siz! Yol açın! Bıçak? Nerede bıçak? Burada bırakmıştım. Ele verir beni! Yakın, daha yakın! Ne biçim yer burası? Ne geliyor kulağıma? Bir şeyler oluyor. Suss! … Şurada, yakında. Marie mi? Ha, Marie’ymiş! Hiç ses yok. Her şey susmuş! Neden böyle solgunsun, Marie? Boynundaki o kırmızı bağ ne? Kimden aldın o gerdanlığı günahlarına karşılık? Kapkara kesmiştin günahtan, kapkara! Ben mi soldurdum seni? Neden karmakarışık saçların böyle? Örmedin mi bugün? Bıçak, bıçak! Buldum mu? Hah! (Suya doğru koşar) Şöyle, git dibe! (Bıçağı göle atar) Taş gibi battı karanlık suya… Yok, çok yakın oldu, gölde yıkanırlarken… (Göle girer, bıçağı daha uzağa atar) Tamam, oldu şimdi… Ama yazın, midye çıkarmak için daldılar mı? … Hıh, paslanır o zamana kadar, kim tanıyacak! Keşke kırsaydım! Kanlı mı üstüm daha? Temizlenmeliyim. Şurada bir leke var, şurada da bir tane…
Masanın Altında – Roland Topor (Çeviri: Esen Özman)
DROGOMİR: Tak! Boynuna ve tak! Çıbanına, tak! Sırtına, tak! Poposuna ve tak! Tombuluna, tak! Kalçalara ve tak! İsviçrelilere… kızlarına… Hakikaten güzel bacakları var… Yüz kadından belki biri ancak böyle güzel bacaklara sahip olabilir. Hıh! Saçmaladım… Bin hatta yüz bin kadından biri ancak böyle güzel bacaklara sahip olabilir… Küçücük güzel ayaklar, incecik ayak bilekleri ve baldırlar… ve dizler, ah! O dizler, işte bir bacağı bacak yapan! Bir bacak kemikli dizlerle ne kadar da güzel olsa güzel sayılmaz. Gevşemiş, yumuşak, yuvarlak dizler yan yana gelince meme gibi durur. Oysa o bacaklarını aralayınca… Kolları ile sarıyor sanki, koltuk gibi kavrıyor sanki… Ben böyle güzel bacak hiç görmedim… Marika’nın da harikulade bacakları vardı. Ama bileklerinin oralar, değildi. Ya Anna? Onun bacakları da fena değildi. Ama o ne harikulade kalçalardı. Küçük, yuvarlak, sıkı… İki şeftali.. Yok, yok… Bir bebeğin iki yanağı sanki… Florence’ın poposu acaba nasıl? Güzel olmaması için neden yok! Bu kadar güzel bacaklara sahip olduğuna göre! Bu konuda gönlüm ferah olmalı. Endişeye mahal yok.
Ful Yaprakları – Civan Canova
RICHARD: Ben Romeo’nun Jüliet’i tanıdığından daha fazla tanıyorum seni. Sen de beni. Juliet’in Romeo’yu, Ophelia’nın Hamlet’i, Eva Braun’un Hitler’i, Diana’nın Charles’ı tanıdığından daha fazla tanıyorsun. En azından onlardan daha çok sohbet ettik. Daha çok vakit geçirdik birlikte. Ve yakında sıra ölüme gelecek. Bütün aşıklar gibi. Aşkımızla ilgili yazılı bir belge olmayacak belki ama ilgilenenler ilerde internet kayıtlarından bulabilirler bizim hikayemizi. Ve ben, iki sevgiliye yaraşan en güzel ölümü buldum. Anlatayım mı? Siyanür dolu bir küvete girmeliyiz önce… Ya da baldıran otu… Evet, bu daha iyi. Siyanür derimizden içeri girebilir. Ve de vaktinden önce öldürebilir bizi. En iyisi baldıran otuyla kaynatılmış köpüklü su. Üzerinde ful yaprakları. Binlerce yaprak. Önce o suya girip yıkanmalıyız… Saatlerce… Sadece dokunmalıyız birbirimize. Ellerimizle… Saçlarımızı okşamalıyız. Omuzlarımızı, göğüslerimizi, bacaklarımızı… Sonra çıkmalıyız köpüklerin ve ful yapraklarının arasından… Gözlerimiz kapalı, kokularımız ciğerlerimizde, tenimiz, terimiz ve baldıran otlu vücutlarımız birbirine karışmış, dakikalarca sevişmeliyiz. Wagner çalmalı odada. Faust bizi izlemeli perdenin kenarından, sessizce… Gerçek aşkları göze alamadık. Ölüme bile atlayamadık gerçek aşklarımız için. Oysa nedir ki ölüm? Hiç değilse düşlerimizdeki aşklar için yapmalıyız bunu. Yok olsak bile adresimiz belli olmalı bu saçma sapan boşlukta. Madonna ve Richard. Güneş sistemi… Mars… Kainat… Özel ulak. Gün ağırınca, önce kapıyı çalacaklar. Meraklılar… Sonra da kıracaklar kapıyı. Sonra da, ne yazık ki iki ayrı beden bulacaklar içerde. İki baş, dört kol, dört bacak ve birbirine sırtını dönmüş iki yürek.
Ben şimdiye kadar hiçbir ölüme üzülmedim aslında. Ne bir savaş esirine, ne babama, ne de ful yapraklarına… Gülüp geçmedim belki ama hiç üzülmedim. Umursamadım. Ve de… Hep korktum ölümden. Çok düşündüm ölmeyi ama cesaret edemedim. Mars’a yollanacak olan kapsüle isimlerimizi yazdırdım bu sabah. Düşünsene, aşkımız tarihe geçecek. Adem’den beri hiçbir aşk bu kadar uzaklarda duyulmamış, hiçbir aşık böylesine bir gurur yaşamamıştır. Mars’a isimleri yazılan ilk bir milyon insan arasında biz de varız Madonna. Önce uzun bir süre boşlukta dolaşacak adlarımız, sonra da bambaşka bir gezegene düşecek. Ve insanlık kendini yok edinceye, kainat bir atom çekirdeği haline gelinceye kadar orada kalacağız. Sonsuzluğa kazınan kutsal bir aşk. Sen ve ben. Madonna ve Richard…
Yangın Yerinde Orkideler – Memet Baydur
NURİ: Bir kere Zonguldak’a gitmiştim, yıllarca önce… Karanlıktı abicim… Kömür madenlerinde çalışıyordum o zamanlar… Grizu patlar, herkes ölür, geriye kalanlar çalışmaya devam eder, yine grizu patlar, yine herkes ölür… Geriye kalanlar çalışmaya devam eder… Ama bir gün geldi ki kravatın icadını açıkladım abicim. Kravat abicim.. Boyunbağı.. Hani “kravatsız girilmez” derler ya.. İşte oradaki kravat.. Madendeydik abicim.. İneli on saat olmuştu… Hepimiz öksürüyorduk… Birisi başlıyordu kısa bir öksürük solosu geçmeye.. Derken bir diğeri katılıyordu… Derken bir üçüncü, dördüncü derken onlarca, yüzlerce, binlerce insan öksürmeye başlıyordu… Senfoni gibi! Feci bir durum abicim.. Bildiğin gibi değil.. Orada.. O gün aklıma geldi abicim… Kravat abicim.. Boyunbağının icadını icat ettim orada, yerin yedi kat dibinde… Şöyle dedim kendi kendime: Uygar insan öksürmez. Doğrudur ha, kaç yüz kere gözlemiştim, o herifler hiç öksürmüyordu.. Karıları da öksürmüyordu, çocukları da… Çünkü uygardılar… Neden uygardılar abicim ve biz neden uygar değildik ve ha babam öksürüyorduk? Ha? Sorarım size ulan dedim kendime içimden bağırarak! Biz neden öksürüyorduk durup dururken?
Dokuzuncu koridorda bir patlama oldu abicim… Ben bunları düşünürken… Bütün galeri çökmüş.. Ertesi gün öğrendim… 44 ölü, yaralı filan yok.. Zaten o meslekte ya ölürsün ya da yaşarsın.. İkisini de öksürerek yaparsın ama.. Ama.. Neden, neden, neden öksürüyorduk acaba? Uygar değildik. Neden uygar değildik? Kravat takmıyorduk çünkü! Anlaman gerekiyor abicim, kravatlar öksürmez. Bak anlatayım sana! Yıllarca… Yüzyıllarca önce.. Kravatın icadından epey önce.. Kömüre ihtiyaç duyan bazı insanlar.. Bazı ince insanlar, boğazlarına kömür tozu kaçmasın diye boyunlarına bez parçaları bağlamaya başladılar! Basit bir eylemdi bu ama koskoca bir tekstil, mensucat sanayi doğdu bu gereksinimden! Bez parçaları pahalıydı… Yerin yedi kat dibinde kendi ciğerini tükürmek ucuzdu… Dolayısıyla herkes boynuna dolayamıyordu şu medeniyet yularını! Kravat takabilenler… Yeryüzüne çıktılar.. Takamayanlar.. Yer altında kaldılar… O gün orada bunu açıkladım herkese… Kravat, kömür tozları boğazınıza kaçmasın diye icat edilmiş ve son derece uygar bir alettir. İşime son verdiler abicim. Ben de buraya döndüm… Yine… Kravatın İcadı ve Muhtelif Kullanılışı diye bir kitap yazdım. Yazmak istedim yani… Heh heh heh.. kağıt kalem zor bulunuyor buralarda.. kravat gibi namussuzum! İşte böyle! Kravat.. kömür madenlerinde icat edilmiştir.
Kadıncıklar – Tuncer CÜCENOĞLU
PARLAK: Şimdi, Abdullahcığım… İlk filmimi çevirmekteyim. Cüneyt abi başrolde. Kız da Türkan Sultan. Cüneyt abi gariban, bizim gibi. Türkan Sultan varlıklı bir pezevengin kızı. Cüneyt abi de yoksul bir pezevengin oğlu. Aşk ferman dinler mi, bi görüşte vuruluyor Cüneyt abimizde. Buluşacaklar. Türkan Sultan arabasıyla, yoksul delikanlı Cüneyt abimizin beklediği Sarıyer sırtlarına gelmektedir. Cüneyt abi uzaktan arabayı tanıyor. “Sultan, Sultaaaan” diye koşarken, aniden bir kamyon. (Müzik sesi yapar) Altına alıyor Cüneyt abiyi. Kör oluyor kör. Artık o, kör bir kemancıdır! Ona acıma, gözleri açılacak sonunda. Bana acı asıl. Dublör benim! Kamyon bana çarpıyor, Cüneyt abi yatıyor. Sahneyi yeniden çekiyorlar, kamyon bana çarpıyor, Cüneyt yatıyor. Beğenmiyorlar yeniden çekiyorlar, kamyon yine bana çarpıyor. Cüneyt yatıyor!
Türkan’ın sevgisi sahte değildir. Babasının karşı koymalarına rağmen, Cüneyt’in çalıştığı, kör keman çalıp arabesk söylediği meyhaneye gelmektedir, her gece. Buraya dikkat. Yeşilçam’da bir kahve vardır, siz görmediniz oraları. O kahvede bizim figüran takımı bekler. Bir rol verilir umudu ile beklerler (Yeniden neşeli). İşte o kahvede, günlerdir bir rol verilir umuduyla bekliyoruz. Bir minibüse doldurdular hepimizi. Yallah Sarıyer sırtlarındayız. İşte o meyhanedeki içki içenleri oynayacağız. Hani dedim ki, madem içki içenleri oynayacağız, filme uygun olarak sosyal gerçekçi olsun, baştan bir iki kadeh atalım. Tam bizim sahne geldi ki hepimiz zom, aynen. O Memduh olacak bağırdı!
Recisör… “Ben sizden meyhanede içer gibi yapacak adamlar istedim. Bunlarla olmaz.” Ben de vallaha da billaha da sırf latife olsun diye, kolumla da destekleyerek “Yeşilçam’da ayık adam nah bulursun!” demiş bulundum. Birden, başta Memduh abi olmak üzere, setçisi, ışıkçısı, kameramanı ve hatta Cüneyt’in üstüme doğru geldiklerini gördüm. Fatma abla var ya, o da çekimi seyrediyormuş, ayakkabıyı çıkarttığı gibi yallah üstüme! Yer misin yemez misin? Hani, Cüneyt karateci ya, kolumu kırmaya çalışıyor, Fatma topuklusuyla başıma, hele o Türkan yok mu, bi de hanımefendi derler, hayalarıma hayalarıma ver ediyor tekmeyi. Memduh abi desen, durmadan kafa atıyor! Tam bayılıyordum ki Memduh’un şunu söylediğini duydum: “Bu ipneyi!” Yani beni! “Bu delikanlıyı, en seri vasıtayla İstanbul il sınırları dışına çıkartın, bu yaştan sonra hapishanelere giremem!” Gözümü açtığımda burdaydım, Ankara’daydım.