Türk edebiyatının usta kalemi: Adalet Ağaoğlu
Edebiyat alanına giren hemen her türde eser vermiş köklü bir çınar Adalet Ağaoğlu. “Okur var oldukça yazar da var olur” diyerek üretmeyi hiç bırakmayan Ağaoğlu’nun 36 kitabı yayımlandı. Peki Adalet Ağaoğlu kimdir? Adalet Ağaoğlu’nun edebiyata ve tiyatroya getirdikleri üzerine bir Adalet Ağaoğlu araştırması yaptık.
Adalet Ağaoğlu kimdir?
Adalet Ağaoğlu 13 Ekim 1929 yılında, Ankara’nın Nallıhan ilçesinde Hafız Mustafa Sümer ve İsmet Sümer çiftinin dört çocuğundan ikincisi ve ailenin tek kız evladı olarak dünyaya geldi. O sıralar ismi Fatma İnayet Sümer idi. Cumhuriyetin henüz ilk yıllarıydı ve harf inkılabı sadece bir yıl önce yapılmıştı. Fatma İnayet 11 yaşına dek adının bu olduğunu da bilmiyordu, zira ona Adalet deniyordu. Adını üniversite ikinci sınıftayken mahkeme kararıyla değiştirecek ve Adalet Sümer olacaktı. “Hafız demeye çekinirdim” dediği babası, belli ki ileri görüşlü biriydi. Çünkü sadece ilkokulun bulunduğu Nallıhan’dan, sırf çocukları daha iyi eğitim alabilsin diye lise ve üniversitelerin bulunduğu Ankara’nın merkezine, Yenimahalle’ye göçecekti. Karar son derece yerindeydi zira bu sayede ağabeyi Cazip Sümer doktor, kardeşi Ayhan Sümer iş adamı ve en küçük kardeşi Güner Sümer de oyun yazarı ve oyuncu olacaktı.
Ankara Radyosu ve TRT yılları
Ankara Kız Lisesi’ne gitti ve 1946 yılında mezun oldu. Ardından 1950’de Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Fransız Dili ve Edebiyatı bölümünü bitirdi. Henüz üniversite öğrencisiyken açılan bir sınavla Ankara Radyosu’na girdi. TRT’nin kuruluşunda da kurumda görevli bir memurdu ve 1971’e dek 20 yıl aralıksız TRT’de çalıştı. En son TRT Radyo Dairesi Başkanlığı’nda görevliydi ve “kurumun özerkliğine el konulması” gerekçesiyle istifa etti. 20 yıl boyunca, Türk Edebiyatı’nın köklü çınarı olacağının ilk işaretlerini de vermeyi başardı.
İlkin Ulus Gazetesi’nde tiyatro eleştirileri yazıyordu. 1948-1950 arasında Kaynak Dergisi’nde şiirleri yayımlanmaya başladı. Kendini Garip Akımı’na yakın buluyor, o tarzı hep içinde hissediyordu. Orhan Veli ile tanışmış ve iyi de arkadaş olmuştu. Ancak yazacağı şey şiir değil oyundu ve bu oyunlar da klasik anlamda sahne için değil, “Arkası Yarın” adıyla çok uzun yıllar boyu radyolarda yayımlanan eserler olacaktı.
Adalet Sümer, Ankara Radyosu’nda görevli olduğu sıralarda Mahmut Tali Öngören, Arkası Yarın kuşağını hayata geçirdi. Bu, gerçekte radyo tiyatrosu idi ve bir eser parça parça, kaldığı yerden devam edecek şekilde stüdyoda okunup efektlerle canlandırılıp dinleyiciye aktarılıyordu. Adalet Sümer’in ilk radyo oyunu Aşk Şarkısı da 1951 yılında radyo severlerle işte bu şekilde buluştu. Tiyatro oyunları yazarlığı da bu noktada başladı ve kendi ifadesiyle onu ilk keşfeden de Muhsin Ertuğrul’du. Gerçek anlamda tiyatro sahnesiyle buluşan ilk eseri ise Sevim Uzgören’le birlikte yazdığı Bir Oyun Yazalım adlı oyundu. Eser, 1953’te Ankara Küçük Tiyatro’da sahnelendi ancak hiç yayımlanmadı. Adalet Ağaoğlu’nun Evcilik Oyunu adlı eseri ise sanatçının kendi başına kaleme aldığı ilk tiyatro oyunuydu.
“Çay”da tanışılan hayat arkadaşı
O sıralarda Ankara, genç Cumhuriyet’in sanat alanında kalesi konumundaydı. Uluslararası Tiyatro Enstitüsü’nün Ankara Şubesi yeni açılmıştı. Bu enstitü, Devlet Tiyatrosu’nda sahnelenen her oyunu, çıkarılan dergi ile birlikte yurt dışına da tanıtıyordu. Şiir, öykü, roman, eleştiri yazıları, gazetelerin, dergilerin ayrılmaz birer parçasıydı. Adalet Sümer gibi gençler, bir araya geldiklerinde bu eserleri tartışır, eleştirir; “nasıl daha iyi olabilirdi” diye fikir yürütürdü. Gençlerin bir diğer etkinliği ise düzenlenen çaylardı. O yıllarda “çay” denince ilk akla gelen de fonda çalan müzik eşliğinde gençlerin buluştuğu, birbirini tanıdığı toplantılardı. Adalet Sümer işte o toplantılardan birinde, “Ağaoğlu” soyadını alacağı kişiyle, mühendis Halim Ağaoğlu ile tanıştı. 15 Aralık 1954 tarihinde evlendiler. Evlilikleri Halim Ağaoğlu’nun 2018 yılındaki ölümüne dek devam etti. Belki o sıralarda bilmiyordu ancak Adalet Ağaoğlu’na yazması, yazar olabilmesi için mükemmel ortamı sağlayan kişiydi eşi. İki sanatsever olarak 64 yıl bir aradaydılar.
İlk darbe, ilk sansür
Adalet Ağaoğlu imzasıyla yazdığı oyunlar birbiri ardına sahnelenirken beklemedikleri bir şey oldu ve 27 Mayıs 1960’ta ordu yönetime el koydu. Darbenin siyasal ve sosyal yaşamda açtığı yaralar bir yana yaptırımcı bir yaklaşımla askerler sanatı da yönlendirmeye kalktı. Adalet Ağaoğlu’ndan, adeta Stalin döneminin Sovyet Tiyatrosu eserleri gibi “hamasi” motiflerle darbeyi dolaylı yolla da olsa metheden oyunlar yazmasını istiyorlardı. Adalet Ağaoğlu bu isteğe karşı geldi ve Devlet Tiyatrosu ile bağlarını koparmayı tercih etti. Tıpkı kendisi gibi düşünen yeni mezun dört Devlet Tiyatrosu oyuncusuyla; Kartal Tibet, Üner İlsever, Çetin Köroğlu ve Nur Sabuncu ile bir araya gelip, son maaşlarını da bir araya toplayıp Meydan Sahne’yi kurdular. Meydan Sahne, Ankara’daki ilk özel tiyatroydu. Birlikte Meydan Sanat Dergisi’ni çıkardılar. Hemen ardından Ankara Sanat Tiyatrosu da kuruldu. Fikirlere getirilen sansür, sanata getirilen kısıtlama belli ki Ankaralıyı da rahatsız etmişti ve özel tiyatro bir anda kentin gündemine oturdu. Adalet Ağaoğlu, yıllar sonra yaptığı açıklamada devletin ve memurların sanat meselesine karışmasına karşı çıkacak; devlet, şehir ve belediye tiyatrolarını yetersiz bulduğunu söyleyecekti.
Adalet Ağaoğlu eserleri arasına giren romanlara geçişi ise 1973 yılında yayımlanan ilk romanı ile oldu. Sonraki yıllarda verdiği bir röportajda, oyun yazarlığından roman yazarlığına geçiş nedenini şöyle anlatacaktı: “Söylemek istediklerimi tiyatro eseri olarak nasıl söyleyeceğime dair bir biçim aradım. Çok uzun zaman aradım hem de. Ama bulamadım. Anlatım yolunu tiyatroda bulsaydım belki ilk romanım olan Ölmeye Yatmak’ı tiyatro için yazardım. Klasik anlatım, tek boyutlu olduğu için bu çağda artık onu benimseyemiyordum. Brecht Türkiye’de çok taklit edildi, Epik Tiyatro’ya da bu yüzden çok yanaşmak istemiyordum.”
İlk roman: Ölmeye Yatmak
Adalet Ağaoğlu, ilk romanı Ölmeye Yatmak’ı 1973 yılında yayınladı. Romanda, Cumhuriyet’in ilk kuşağının yaşadığı kültürel ikilem ve kadın özgürlüğü üzerine eğilmek, bir de ’68 olayları ile birlikte tanımlanan genç kuşağın konumunu anlamak istedi. Mektuplardan ve rüyalarından da yararlandığı eser, zannedilenin aksine edebiyat çevrelerinde ve özellikle edebiyat eleştirmenleri tarafından pek de olumlu karşılanmadı. Yeni bir anlatım yolu bulmaya çalışmıştı. Bu sayede, Türkiye’de bilinç akışı tekniğini ve iç monologları kullanan ilk yazar olmuştu. Yapılmayanı yapmış, denenmeyeni denemişti. Diyaloglar içinde boğulan romanlardan da adeta intikamını almıştı. Ölmeye Yatmak’ın yayınlanmasından birkaç ay sonra okurların yolda, bir yerlere giderken yanına gelmesi, tebrik etmesi, kitabıyla ilgili sohbet etmesi ise tüm o eleştirmenlere ve edebiyat çevrelerine rağmen doğru yolda olduğunu gösteriyordu. O günleri anlatırken de “Ben okurun seçtiği yazar oldum. Ve buna da sadık kalmaya çalıştım” diyecekti.

Fikrimin İnce Gülü Türk Edebiyatı’nın ilk yol romanı kabul edilir. Görsel kaynağı
“Bir kitabım yayınlandığında bunun rahatlığını 3-5 gün yaşayabiliyorum. Hemen yeni bir şeyler yazma sancısı yaşamaya başlıyorum” diyen Adalet Ağaoğlu’nun sonraki yılları da sürekli yazarak geçti. 1976 yılında kaleme aldığı Fikrimin İnce Gülü, Almanya’ya çalışmaya giden bir gurbetçinin bir Mercedes otomobil satın alma tutkusu üzerine kurgulanmıştı. Roman, aynı zamanda Türk Edebiyatı’nın ilk yol romanıydı. Hayatını etkileyen sansürcü zihniyet bu kez de 12 Eylül askeri darbesi ile birlikte karşısına çıktı ve darbeden dört yıl önce yayınlandığı halde, 12 Mart arka planını yansıttığı için roman “Türk Silahlı Kuvvetleri’ni gözden düşürdüğü” gerekçesiyle toplatıldı. Davalar iki yıl sürdü ve kitabın yeniden basım ve dağıtımına izin verildi. Yönetmen Tunç Okan da eseri Sarı Mercedes ismiyle filme aktardı. Bir Düğün Gecesi’ni 1979’da, Yazsonu’nu ise 1980’de yayımladı. Bir Düğün Gecesi’nde bağımsız iç konuşma tekniğini deneyen Ağaoğlu, Yazsonu’nda ise kendi yaşamından bir parçayı okuruyla paylaştı: Adalet Ağaoğlu, yazdığı ilk oyunun telifiyle Alanya’nın İncirkumu Mevkii’nde bir arsa satın almıştı. Bir süre sonra da o arsanın içine bir taş ev yaptırmışlardı. Kimselerin uğramadığı bu bakir arazi, birkaç yıl içinde sitelerin dikildiği, yazlıkçıların akın ettiği bir yer haline gelmeye başlayınca, Adalet Ağaoğlu da derin bir rahatsızlık duymaya başladı: İncirkumu böyle kalmayacaktı! O halini, kendi tanık olduğu, yaşadığı, hissettiği halini ölümsüz kılabilmek için Yazsonu’nu kaleme aldı.
1984’te Üç Beş Kişi, 1987’de Hayır ve 1991’de Ruh Üşümesi’ni kaleme aldı. Ölmeye Yatmak, Bir Düğün Gecesi ve Hayır, daha sonra Dar Zamanlar adı altında bir üçleme olarak anılmaya başlandı. Adalet Ağaoğlu’nun eserleri arasında yer alan Dert Dinlenme Uzmanı aynı zamanda onun son romanıydı ve ileride Dar Zamanlar’ın bir parçası olacaktı.
Merkezdeki kişiler: Aydınlar
“Tek anlatıcıya son vermek… “Anlar”ın anlatıcısı olmak… Yer ve zaman öğelerine değişiklik getirmek…” Adalet Ağaoğlu kendi sözleriyle romancılığını böyle tanımlıyordu. “Kendisini rahatsız eden bir sorunsalı kurcalamak isteyen” bir yazardı. Kendisini rahatsız eden konuları anlatabilmek için neyin gerekli olduğunu araştırıyordu ve odak noktasına da hep aydınları alıyordu. Aydın kimliği, aydın sorumluluğu, aydın bunalımı dışında özümsenemeyen modernizm, slogan olmaktan öteye gidemeyen fikri yapılar, sosyal ve siyasal alanda yaşanan tüm değişim süreçleri, kadın-erkek ilişkileri, kadın kimliği, toplumsal baskı unsurları, cinsel konular ise romanlarında ele aldığı başlıca meselelerdi. Zaten Fikrimin İnce Gülü dışındaki tüm romanlarını aydınlarla ilişkili olarak kaleme almıştı.
Öte yandan tiyatro oyunları yazmaya da devam ediyordu. 1973’te Üç Oyun: Bir Kahramanın Ölümü, Çıkış, Kozalar, 1976’da Kendini Yazan Şarkı ve 1991’de Kenter Tiyatrosu’nun ısrarcı tutumu sonucunda zar zor yazdığını itiraf ettiği Çok Uzak Fazla Yakın, romanları ile aynı zaman diliminde kaleme aldığı oyunlarıydı. 1976’da yayınlanan Yüksek Gerilim adlı kitabındaki aynı adlı öyküden 1989’da oyunlaştırılan Duvar Öyküsü, aynı adlı romanından 1996 yılında kaleme aldığı tek kişilik oyun Fikrimin İnce Gülü ve bir Çehov uyarlaması olan Sessiz Bir Adam’ı saymazsak, Adalet Ağaoğlu’nun son tiyatro eserinin Çok Uzak Fazla Yakın olduğunu söyleyebiliriz.
Ağaoğlu, tiyatro eserlerinde temelde aile ilişkilerini ve bireyin sorunlarını ele alıyordu. Bunu yaparken de hem yaşadığı dönemi hem de aynı dönemin sorunlarını diyaloglara yansıtıyordu. Dahası, ülkedeki ve dünyadaki değişimin bireyler üzerindeki yansımasıyla birlikte ilk oyunları ile son oyunları arasında da hem konu açısından hem de biçem açısından büyük bir farklılık gözlemleniyordu. Yine de eserlerin hemen hepsinin ortak noktası birey ve bireyin açmazları, çıkış bulamaması, çaresizliği, çözümsüzlüğü idi. Zaten aynı şey, oyunların arka planındaki ülke panoraması için de geçerliydi. Dahası Adalet Ağaoğlu, oyunlarının hiç birinde bireyin içinde bulunduğu bu duruma bir çözüm de aramıyor, sadece durumu gözler önüne seriyordu.
Eserlerinde kadın duyarlılığı izleri vardı
Adalet Ağaoğlu’nun Türk Edebiyatı’nda yeni biçimler ve anlatım teknikleri kullanması dışında bir ayrıcalığı daha vardı: O, eserlerine kadın duyarlılığını da taşımıştı. Gerçi bunu başlangıçta kabul etmedi. “Romanlarımızda, öykülerimizde kadını olduğu kadar erkeği de görmek zorundayız, iç ve dış etkenler ortasında insanı bulmak zorundayız” diyordu. Ancak çağdaşı olan Füruzan, Sevgi Soysal, Tezer Özlü, Leyla Erbil gibi yazarlarla birlikte kadına dair her ne varsa ustaca aktardığı için, Türkiye’de kadın yazar olmanın ama daha da önemlisi bir kadın olarak yazmanın erkeklere kıyasla çok daha büyük bir direnç gerektirdiğini gördü.
Adalet Ağaoğlu, Türk edebiyatının en fazla beslendiği kentle, İstanbul’la hayli geç tanıştı. Eşinin yeni görev yeri İstanbul olunca, çift de İstanbul’a gelmeye bir anlamda mecbur kaldı. Öncesinde bir kurum aracılığıyla İstanbul’da bir ev satın aldılar. Daha doğrusu öyle zannediyorlardı. 1982’de İstanbul’a geldiklerinde bir gördüler ki ne ev var ne inşaat ne de şirket! Dolandırıldıklarını o zaman anlayan çift, önce Sarıyer’de oturmaya başladı. Ev, bir çıkmaz sokak içindeydi ve çok da gürültülü bir noktadaydı. Adalet Ağaoğlu, işte o zaman Ankara’yı çok aradı çünkü yazamıyordu. “İstanbul’da yaşayan arkadaşlar beni ziyarete geldikleri zaman ‘Ankara’da nasıl yaşıyorsun?’ diye sorardı. Ben de ‘Ankara rahat bir çalışma odasıdır, kimse kimseyi rahatsız etmez’ derdim. Biz Ankara’da yazar arkadaşlarla sık sık buluşup tartışırdık. Her şey yüz yüzeydi, evler birbirine çok yakındı, hep toplanırdık. İstanbul’da çok şaşırdım” diye yaşadığı şoku anlattı.
Kaza ile değişen yaşam
1993 yılında yayınlanan Romantik Bir Viyana Yazı’nda, değişen çağ ile birlikte edebiyata ve özellikle de romana bakışı ele aldı. “Roman öldü” tartışmalarına kendi kalemiyle verdiği bir cevaptı Romantik Bir Viyana Yazı. Eseri hakkında “İnsan nasıl parçalandıysa, roman da öyle parçalandı. Romanın öldüğünü kabul etmedim. Roman, çok boyutlu bir anlatı türü. Emek ve hız çağını yaşamış insanoğlunun o parçalanmışlığı karşısında yazılan bir roman. Değişen hayat karşısında roman ölmez ancak değişmesi gerekir” diyecekti.
Adalet Ağaoğlu, 1996 yılında ağır bir trafik kazası geçirdi. Eserlerini hep yürürken kurgulayan yazar, Sarıyer Büyükdere sahilinde bir bankta otururken virajı alamayan bir aracın çarpmasıyla denize savruldu. Tedavisine önce Türkiye’de başlandı ama doktorlar “dokuzuncu ameliyat”tan söz edince soluğu Almanya’da aldı. Kangren yüzünden kesilmek üzere olan bacağı kurtuldu ama bu uzun süreçte içinde bir şeyler de sarsıldı, kırıldı, koptu. Yazamadığını fark etti. Çünkü hayatı eskisi gibi değildi. Yaşayabildiği kadarıyla hayatta kalma çabası, yazma arzusunun önüne geçmişti. Bu durum sekiz sene devam etti. Söz konusu sekiz senede ise dünya kelimenin tam anlamıyla değişti. Bilişim teknolojisi hayatlarımızın bir parçası haline geldi. Adalet Ağaoğlu bu zaman diliminde farklı bir şey yaptı. Zamanında, “bir yığın laf salatası” diye yakmayı bile düşündüğü günlüklerini geleceğe bir şeyler bırakma amacıyla elden geçirdi. Damla Damla Günler’in ilki 2004 yılında yayınlandı. “Bir türlü barışamadım” dediği bilgisayarı kullanarak tamamladığı Damla Damla Günler I-II-III ise 2007’de okurla buluştu. Son romanı Dert Dinleme Uzmanı ise 2014’te yayınlandı ancak beklenen etkiyi yaratmadı.
Eserler, okur ve kalite sorunu

Adalet Ağaoğlu için yazmak bir ihtiyaç hatta bağımlılıktı. Yıllarca içtiği sigarayı bile bir günde bırakmıştı ama yazmaktan vazgeçmedi.
Dediğimiz gibi, devir değişmişti artık ve Adalet Ağaoğlu da bu devrin yazarı olmadığını fark etmiş gibiydi. Verdiği röportajlarda bugünün yayıncılığını çok karışık ve kaotik bulduğunu, bunun da hayatımıza benzediğini söylüyordu. Türk romancılığı ve öykücülüğünde kalitenin düştüğünü çünkü çok fazla kitap ve yazar olduğunu, bir iş çoğaldıkça kalitenin düşeceğini ama en önemlisi kalite düşkünü okur sayısının da çok azaldığını dile getiriyordu.
Yeni kuşağı da anlamakta zorlanıyordu. Türkiye’deki yazarların geleceğe uzanıp uzanamayacağına bile kafa yoruyordu ki buna gerekçe olarak da Adalet Ağaoğlu’nun sözlerine yer verelim: “Türkiye’deki kültür hayatında bir süreklilik yok. Kopuk kopuk yaşanan bir hayat var. Bu da edebiyata yansıyor” diyordu. 21. yüzyılın edebiyatı için de “nükleer çağın değerleri” tanımını kullanıyordu. “Dünya küçüldü artık. Herkes her şeyi biliyor. Her şeyi artık uluslararası planda tartmaya mecbur kalıyoruz. Zaman o kadar hızlı değişiyor ki yazı buna ne kadar yetişir bilemiyorum ve bunun için yeni formüller arıyorum” sözleri ise içinde, aklının bir köşesinde sürekli yeni projeler bulunduğunun göstergesiydi.
2018 yılında eşi Halim Ağaoğlu’nu kaybetti. 2019 yılında, 90 yaşına girmeye hazırlanırken verdiği bir röportajda Adalet Ağaoğlu’nun kendi sözleriyle “Ben 90 yıl yaşamayı hiç istemedim ama öyle oldu. Elimden bir şey gelmiyor. Doğrusu kendimden sıkıldım” diyecekti. Belki yazamıyordu ama örnek bir kararla, kendisinin ve eşinin binlerce kitaptan oluşan arşivini; masasını, daktilosu, ödüllerini, plaklarını, fotoğraflarını, tüm eserlerinin eskizlerini, eşinin özenle topladığı ve 1948-2008 yılları arasında hakkında yayınlanan tüm haberlerin bulunduğu 30 klasörü ve daha yüzlerce kişisel eşyasını Boğaziçi Üniversitesi Kütüphanesi’ne bağışladı. Türkiye’deki yazarlardan geriye hemen hiçbir şey kalmadığını, eşyalarına kimsenin sahip çıkmadığını, kimsenin yazarlar için bir müze, bir arşiv oluşturmadığını görüp bu kararı almıştı.
Adalet Ağaoğlu’nun 36 kitabı yayınlanmıştı. Yazamadığı için üzüldüğü, adeta içinde ukde kalan tek bir konu vardı: “Biz Cumhuriyet’in birinci kuşağının dramını hiç yazmadık. Bizim babalarımızın, annelerimizin iki kültür arasında aniden sıkışma dramı var. Uzun sürede değil bu. Bir gün babam eski Türkçede yazan bir aydınken ertesi gün cahil oluveriyor. Alfabesi değişiyor. Adını bile yazamıyor, düşünün. Bu dram tek başına bir romanlık konu. Büyük bir tragedya. Bu hallere düşmeseydim son romanım bu olacaktı. Hâlâ da öyle. O romanı yazamadığıma çok pişmanım. Annemin babası ile babamın romanı. Yapamadığım için çok azap duyduğum işlerden biridir.”
Adalet Ağaoğlu, 11 Temmuz 2020’de fenalaştığı için hastaneye kaldırıldı ve üç gün yoğun bakımda kaldıktan sonra 14 Temmuz 2020’de çoklu organ yetmezliği sebebiyle hayata veda etti. Hep öldükten sonra külleri havaya savrulsun isterdi, olmadı. Ankara Altındağ’daki Cebeci Asri Mezarlığı’na defnedildi.
Adalet Ağaoğlu, “Okur var oldukça, yazar da var olur” derdi. Hep “var olması” dileğiyle…